17 Eylül 2017 Pazar

Ben sendim Barselona

Yoo hayır! Size Barcelona’yı anlatacak bir gezi bloğu olucağını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. 

Bayramın son günüydü. Duty free’de o parfüm senin bu parfüm benim, şu çanta senin o gözlük benim diye kurcalayıp, takıp takıştırıp, şuraya da bakayım onu da deneyeyim diye diye geçmişti zaman. Göz ucuyla asılı olan ekrana baktım yürürken ve..Aman tanrım! Neredeyse last calldaydım ve gate numarama baktığımda kapıya gitmem 10 dakikamı alıcaktı. Havalimanında sırtımda çantayla “sorry” “excuse me” diyerek depar atarak yetiştim neyse ki :)

Uçak yolculuklarını seviyorum. Uçağın kendisini seviyorum zaten, hele o uçak bir de Airbus serisi ise :) o gün o güzel Airbus ile birlikte tam 4 saat beraberdik. Uçuş boyunca çok güzel bir film izledim, adı “The Hidden Figures” izlemenizi şiddetle öneririm açıkçası filmden sonra yüksek lisans tezimle ilgili ne yapmam gerektiğine bile karar verdim :) İnsan bazen hiç ummadığı bir yerde hiç ummadığı bir konuyla ilgili sorularının cevaplarını bulabiliyor. İşte benim için Barcelona tam da burda başlıyor..

Filmin bitmesinden yarım saat geçmişti ki, küçük tepelerin üzerinden dönerek alçalmaya başladık. Aklıma uzun zaman önce, neredeyse her gününü dünyanın bir yerine giderek geçiren birine sorduğum soru geldi. Ona İstanbul dışında nerede yaşardın diye sormuştum, Barselona demişti bana. Pırıl pırıl Akdenizin üzerinden inişe geçerken anlamaya başlamıştım ne demek istediğini. Havalimanından valizimi alır almaz taksiye binip otele doğru gitmeye başladım. Yaklaşık 40 dakika sürmesi gereken yolculuğum, İstanbul’u hiç aratmayan bir trafikle tam 1 saat 10 dakikayı bulmuştu. Gerçekten E5 trafiği gibi kilit bir trafiği vardı. Yol boyunca sıkışık trafikte ilerlemeye çalışırken taksiciyle konuşmaya çalıştım, sordum hani nasıl buralar trafik hep böyle mi diye, Barselona işte dedi hep böyle :) Tıpkı bizim İstanbul işte dediğimiz gibi :) Gitmeyen trafikte etrafı inceliyordum, sol tarafımda yüksek bir tepe vardı, dağ gibi. Kocaman bir İsa heykeli duruyordu tepede. Taksiciye sordum neresi diye, Tibidabo dedi. Ti bi da bo, heceleyerek söyledim, aklıma yer etsin unutmayayım oraya da gideceğim. Akşam iş çıkışı saatine denk geldiğimden trafik korkunç boyutta sıkıcı olsa da etrafı incelemeye, birşeyler bulmaya, ilgiyle ve merakla bakmaya doyamıyordum. Herkes ve herşey ne kadar tanıdıktı. Sanki uzun zamandır uğramadığım bir kente geri dönüyor gibiydim.

Otele varıp eşyalarımı odaya çıkardım. O an tek istediğim bir an önce insanların arasına karışıp kendimi o bilmediğim ama zihnimde var ettiğim sokaklarda yürümekti. Tıpkı avına giden bir aslan kadar aç ve sabırsızdım şehire karışmak için. Resepsiyondaki kadından (kibarlık olsun diye bayan diyorlar ne kadar yanlış) metro istasyonun yerini öğrendim ve yürümeye başladım. Kaldığım yer Vallcarca, Barselona’nın sağlık merkezi diye geçiyor, heryeri hastane olan bu bölge oldukça sakin ve güvenliydi. Metroya vardım, merdivenleri koşar adım indim sağda duran iki bilet makinasından ilkine yanaştım ve hiç anlamadığım İspanyolca ile biletimi alıp turnikeden geçtikten sonra soldaki merdivenlerden inip istasyona vardım. Hepsi 1 dakikadan kısa bir sürede olmuştu. Herşey çok tanıdıktı, sanki dün hatta evvelsi gün de o merdivenleri inmiş gibiydim. Metronun uğuldayan o ürkütücü sesi karanlık tünelden yankılanmaya başlayınca geldi aklıma; Sahi nerede inecektim ben? Plaça Catalunya evet! Merkez orasıydı, orda inince La Rambla’ya çıkıyordum. Umarım doğru yöndeyimdir diyip metroya bindim ve kapının üzerindeki ışıklı tabelaya baktım, doğruydu :) tam 5 durak sonra başlıyordu macera.

Yürüyen merdivenlerden çıkar çıkmaz polisle göz göze geldik. Şaşkın ifademe mi şaşırdığından yoksa güzel mi bulduğundan bilemiyorum ama gülümsüyordu. Ben de gülümsedim, hangi yöne ilerlemem gerektiğini anlamaya çalışırken, yaklaşık 2 hafta önce olan terör saldırısında hayatını kaybedenlerin anısına bırakılan karanfilleri, mumları gördüm. Masum insanların, uluslararası çıkar politikalarının kurbanı olması ne acı..Maalesef dünya var oldukça kötülükler de hep var olucak, birileri o silahları üreticek, birileri tüketicek, birileri o hastalıkları yaratıcak birileri de ilaçları satıcak, ve bizler de bu çıkar odaklı acımasız dünyada bir şekilde var olmaya ve kurtulmaya devam edicez. 

Ruhları huzur bulsun.


Akşam 9 civarıydı, La Rambla’da kalabalığın içinde aşağı doğru yürürken acıkmaya başladım. Açıkçası ilk günün yorgunluğu ve şaşkınlığından nerede yemeliyim diye bir araştırmaya girmemiştim. Sol kaldırımda ayaklarımın götürdüğü bir restorana girdim, çok lezzetli bir tapas seçimi yaptığımı söyleyemem ancak sangria güzeldi. Onca karbonhidrat üzerine insülinin verdiği yorgunluk beni ağırlaştırsa da sanki ayrılırsam bir şeyleri kaybedermişim gibi hissedip devam ettim yürümeye. 

-Ateşiniz var mı?
-ben sigara kullanmıyorum ama siz burda nerede market var biliyor musuz?
-biz de arıyoruz sanırım şu ileriki sokakta bir supermercat var
-ben de sizle gelebilir miyim?
-tabii ki hadi gidelim

Yolda iki Polonyalı ile tanışmıştım. Markete gidene kadar konuştuk. Polonya’nın güneyinden, Lublin’den gelmişler. Bir kez daha, hangi ülkeden olursa olsun o ülkenin güneyindense sıcak kanlıdır savımı haklı çıkardım sanırdım. Daha önce iki kez Bodrum’a gelmişler anlatıp durdular heyecanla. Biralarımızı alıp sahile doğru yürüdük, deniz kenarında parka oturup biraları açıp neredeyse 2 saat sohbet ettik. Politikadan tut da sokakta esrar içen “teenage”lere kadar konuştuk. O an çok özgür hissettim kendimi, gerçekten kuş kadar hafiftim çünkü en çok bunu seviyordum, anlıktı herşey, tuhaf şekilde güvendeydim ve yeni insanlar tanıyordum. Onlar anlatıyor ben dinliyordum, ben anlatıyordum onlar dinliyordu. Bunu seviyordum. Biz insandık, dünyanın neresinde olursak olalım, hangi milletten, dinden, ırktan ve cinsiyetten olursak olalım hiç umrumda değildi, çünkü benim hayata bakışım hepsinden soyutlanmış çıplak insanlıktı ve biz tam da onu yaşıyorduk. Zamanın nasıl su gibi aktığını anlatamam ama gitme vakti gelmişti. Drassanes’den son metro gece 12'deydi. Polonyalı dostlarıma veda edip bir gün tekrar bir yerlerde karşılaşma dileği ile metroya yetişmek için koşmaya başladım. Yine herşey kendiliğinden olmuş, otomatik bir şekilde biletimi almış sanki evime döner gibi oturmuştum metroda. Vallcarca..

⏰⏰⏰ Saat 10:30! ooo amma uyumuşum. Çok kızdım kendime, her saatim değerliydi oysa ki! Duşumu alıp hızlıca hazırlandıktan sonra hemen çıktım otelden. Aç değildim, kahve de içmemiştim ama yokluğunu bile hissetmemiştim. Ne tuhaf, sanki İstanbuldaki hayatımda sabah gözümü kahveyle açan, içmediğimde sinirsel travma yaşayan ben o ben değildim. Öylesine hafif, öylesine mutluydum ki. Tatil değildi bu, başka birşey vardı. Kahvenin kokusundan bile sakinleşen ben kahve içmeyi bile unutmuştum. Sorun kahvede değildi belli ki, yüklerimden kurtulmuştum. Belli ki düşünsel yüklerimi havalimanında bırakmış yanıma almamıştım. Belli ki onları terk etmiş hatta terk ettiğimi bile unutmuştum.

İlk durağım Park Güell’di. Otelim Park Güell’e 20 dakikalık bir mesafedeydi o yüzden ilk oraya gitmek istemiştim. Gaudi’nin 1800’lü yılların sonlarında, üstün bir zeka ve zevk ile yaptığı muhteşem eserleri görmek, onların içinde yürüyüp dokunmak, o dönemi, ruhu hissetmeyi o kadar istiyordum ki, adımlarımı ne kadar hızlı attığımı hatırlamıyorum. Yolda Park Güell’e çıkan kestirme bir yol keşfederek parka ana giriş kapısından değil, bir sokağa açılan yerinden girmiştim. Burayla ilgili detayları yazmak istemiyorum, zaten herşey internet dediğimiz bilgi okyanusunda mevcut artık. Öğlen vaktiydi, sıcaklık çökmeye başlamıştı ve bunaltıcı bir nem vardı. Ağaçların arasından toprak yolda ilerlerken kuşların cıvıltısıyla ruhum adeta dans ediyordu. Parkın içini gezerken bir yerden gitar sesi gelmeye başladı, sese yürüdüm. Bir adam gitarıyla Rodrigo’nun gitar konçertosunu çalıyordu. Öyle muhteşemdi ki, huzur saçımın telinden parmak uçlarıma kadar sarmış, melodinin notaları damarlarımdan geçip beni sarhoş etmişti. Bir park ne kadar güzel olabilirdi ki?

Bütün günü görülmesi gereken yerleri görmekle ilgili planladığımdan hiç istemesem de ayrıldım parktan ve dünyanın en muhteşem yapıtlarından biri olan La Sagrada Familia’ya doğru yürümeye başladım. Yaklaşık 10 km :) Sagrada, Casa Mila, Casa Battlo derken akşam 5 olmuş ve ben yaklaşık 20 km yol yürümüştüm. Yat limanın ordaki deniz üstü avm’ye girip elimi yüzümü yıkadım, gün içerisinde atıştırmayla geçirdiğimden artık acıktığımı hissetmiştim ve hayatımın istisnasız en ama en kötü hamburgerini yemek için, avm’nin hemen altında, deniz kenarında oldukça şık görünen o hayalkırıklığı restorana oturdum. Tanrım! Ben bu kadar kötü hamburgeri hiç bir yerde yemedim. Yemeği değiştirmek de bir fikirdi ancak bu da ayrı bir zaman kaybıydı ve ben yürümeye, şehrin kalabalığında kaybolmaya hala doyamamıştım. Yemek faslını hızlıca bitirip, zehirlenmeme ümidiyle plaja doğru yürüdüm. Dünyadaki en güzel şeylerden biri eğer kumsaldaysanız ayakkabınızı, terliğinizi elinize alıp denizin kenarından yürümek. Evet öyle yaptım ben de. Çocuk gibi hoplaya zıplaya kumsalda denizin içinde yürüdüm uzun uzun, hatta o kadar uzun yürümüşüm ki geri dönüşümle beraber tam 29 km etmişti. Ertesi günü planım keskin zekasına, ince ruhuna ve sürrealist asi tavrına hayran olduğum Salvador Dali idi. Onun Figueres'deki müzesine gitmeyi planlamış ve hatta vaktim kalırsa dönüş yolunda da ortaçağ masallarında anlatılan o büyük şatolu, dar sokakları olan Girona'ya da uğramayı listeme almıştım. Bu sebeple günü tam 32 km yürüyerek tamamlamış, odaya varıp kendimi kuş gibi yatağa bırakmıştım..Geceyarısını geçmişti, Fox'da Tom Cruise ve Cameron Diaz'ın oynadığı bir film vardı, izlerken uyurum diyip yanımdaki yastığa sarıldım, huzur dedim ve gözlerimi kapadım. Mutluydum, hem de çok. 

Sonrası? Sonrası da sonra 😊😊😊😊😊😊😊😊

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ara Ara Belki de Bulursun..