15 Ocak 2018 Pazartesi

Devrim oluyor ruhumda

Yazıp yazıp silmek yazmanın fıtratında varmış, beynimden kalbime oradan karnıma tüm hücrelerime kadar kelimeler uçuşuyor da bir türlü bir araya getirip oturun şurada düzgün bir cümle olun diyemiyordum. Özensiz ama bir o kadar rahat giyinmiştim, siyah bir tayt bir kırmızı kazak. 3 kuruş olsun kırmızı olsun dediğim rujumu sürüp, artık toplanacak seviyede uzamış olan saçlarımı boynumda birkaç tel bırakarak bir tokayla tutturdum, dibinde azıcık kalmış parfümümü sıktım, odaya yayılan kokusu bile içimi açmıştı Coco Madmoiselle’in. Botlarımı giyip hızlıca çıktım evden. Kedi yavrulamış apartmanın önünde. Ah! Bu ne güzel bir duygu, ne kadar mutludur anne kedi.
-          Bunlara kulübe yapalım donarlar dışarıda
-          Abla 1 senedir kulübe şurada! her akşam yemek veriyoruz

Ne tuhaf 1 yıldır her gün arabamı parkederken ve hatta yürürken önünden geçtiğim kulübeyi şimdi görüyordum, çok utandım kendimden, evimde her türlü konforunu sağladığım dört ayaklı kızımı her gün görürken onları görmediğimden, bakıp da geçmiş olduğumdan utandım. Yalan yok biraz da kızdım. Bir süredir, her süredir, uzun süredir ve hatta süresini bilemediğim süredir devinim içinde olan ruhum artık devrimler yapıyordu bende. Beni bana kaybettirmiş şimdi tekrar bulduruyordu. Bakıp da görmediğim ne çok şey vardı! Yıllardır baktığım ama henüz gördüğüm ne çok insan, ne çok güzellik, duygu, kitap, müzik. İnsan baktığında mı görüyordu yoksa gördüğünde mi bakmış oluyordu?

Kış güneşi dışarıdaki, pırıl pırıl parlayıp ısıtmayan. Öyle soğuk ki hava, adımlarımı sıklaştırıp devam ediyordum, rüzgar şakaklarımın kenarlarından kulaklarıma iniyor, dudak kenarlarıma ısırır gibi vuruyor, içim ürperiyordu. Boynumdaki şalı başımın üzerine geçirdim. Henüz akşam olmuş, insanlar sanki bir olimpiyat yarışındaymış gibi hızla, telaşla yol almaya çalışıyordu. O telaşenin içerisinde öyle yavaş öyle dingin hareket ediyordum ki, ben bile şaşıyordum kendime. Nasıl yavaşladım, nasıl güzel gökyüzü, soğuk ama ne kadar güzel hava, bir çekişte bir hayat gibi doluyor ciğerlerime, yüzüm gülüyordu. Bir dükkanın önünden geçiyordum ki istemsiz durdum, içeriden gelen melodi gözümün önünden bir anda bir ömür geçirdi. “İnsan insan derler idi, insan nedir şimdi bildim” Bildim mi? Flashback! 10 sene! 15 sene! Yıllarım! Her baktığımda uzun ve mermerden yapılma bir merdiven gibi duran hayatın kaçıncı basamağındaydım bilmiyorum ama o hayat mermerden yapılma değil, çok işe yaradığı söylenip aslında hiçbir işe yaramayan yürüyen merdivenden yapılmaydı adeta.

Evin yakınındaki avm’ye gidiyordum, aslında planım izlemek istediğim filme gitmekti ama içeri girer girmez soluğu aldığım şu ünlü kitapçıda bir anda değişti programım. Spontane yaşamak ne güzel. Dergiler, kitaplar.. Okunacak, okurken yaşanacak bir sürü duygu, öğrenilecek bilgi vardı. 3 kitap aldım. Gökten 3 elma düşmüş gibiydi, çocuk gibi sevindim. Kadınların genetiğinde “alışveriş yapınca mutlu olur” kodunun var olduğuna kesinlikle inanıyorum. Avm’de bir tur attıktan sonra en sevdiğim zincir restoranlardan birine oturup, acıklı bir diyet tabağı söyledim. İçeride çok tanıdık bir şarkı çalıyordu, ama bir başkasıydı söyleyen. Kim bu kim derken teknoloji düşünmene dahi gerek yok dercesine şak diye verdi cevabı. 4 sene önce çıkmış olan albümü henüz dinliyordum, enfes parçalarmış dedim içimden. Yemeği beklerken heyecanla ilk kitaba başladım, ne güzel yazmış adam!

Fark etmeden zaman geçmiş ben kitabı yarılamıştım. Çok da geçe kalmayayım diye yola koyuldum, eve gideyim de şu filmi izleyeyim dedim. Aynı yolu bu kez kulağımda o güzel parçalarla gidiyordum ki bir kuş havalandı bacadan, sonra diğerleri. Tepemde yüzlerce kuş uçuyor, sanki bana bir şeyler söylüyordu. Gökyüzünde izledim onları, zaten hep gökyüzünde değil miydi bir gözüm. İçim ısındı buz gibi havada düşününce. Özgürlük gibisi var mı!

Hayatın içinde, insanın ne istediğini anlaması zaman alır diyorlar, oysa ben buna katılmıyorum. Hayatın akışında kaçırdığımız, ıskaladığımız bakıp da görmediğimiz onca olgu varken insanın tek bir şey isteyebilecek olması ne kadar sığ bir düşünce. Her gün farklı bir şey istiyor oysa insan, fark etmeden.  Her an, her gün hayatın akışında değişirken istekleri de çeşitleniyor, değişiyor dolayısıyla hiçbir zaman tek bir şey ya da nihai sonuç olmuyor. Ruhumdaki bu devrim algılarımı açmış, artık sadece şimdi, bu zamanda ne istediğimi biliyordum. Yarına söz veremezdim, dürüst de olmazdı bunu ama bugün biliyordum. Kimi, kimleri, nereyi, nasılı, hangi tadı, hangi kokuyu, hangi tanış olup tanımadığımı, şimdi olanlarıyla biliyordum. Bir kuş göz kırptı bir şarkı çaldı, ben yürüdüm, yol bitti yerler bitmedi, hayat bana bir hediye verdi.
Yazıların sonlarını bağlamak zordur ya, hiç bağlayasım yok, iyisi mi gel bir rakı içelim.



22 Eylül 2017 Cuma

Barselona'dan bir günlük kaçış..

Kaçış demeyelim de bir günlük hatta bir kaç saatlik mola diyelim. Sürprizleri severim, insana yaşadığını hissettirir, anı heyecanlı kılar lakin bu sürpriz biraz can sıkıcı olmuştu. Araba yoktu, yani olması gereken yerde yoktu. Çekmişlerdi aracı. Resepsiyona geri dönüp aracı çektikleri yeri öğrendim. Arabadan resepsiyona dönerken yol boyunca her attığım adımda umarım yakın bir yerdedir, umarım bizdeki gibi uğraştırmıyorlardır diye geçirdim içimden.

-Elena, aracı çekmişler nereye götürüyorlar biliyor musun?

-Aa evet, bak bu haritada tam şurda. 

Vallcarca'dan metroyla tam 2 durak sonra, Vall D'hebron durağında inecektim. Oradaymış, yani inince görürmüşüm. Yurt dışında ceza yediğim oldu, en sevdiğim anım olan Central Park önünde korna çaldığım için 350 usd cez ödemişliğim vardı ( kocaman Don't honk 350 usd penalty yazan tabelanın önünde honklayınca yedim tabi :) ) sonra "keyless" aracın anahtarını kaybettiğim için aracı çektirmiş hem çekici hem anahtar parası ödemişliğim de vardı ama İspanya'da bu ilkti ve gidene kadar tabir-i caizse umarım çok öpmezler dedim. 


Aklınızda olsun, bu arkadaşlar çekmeye çok meraklı, araba, bisiklet (evet bisiklet de çekiyorlar), motorsiklet, vespa ne varsa çekmeye bayılıyorlar :) Yer çok kolay, L3 hattında Trinitat Nova yönüne giden metroya biniyosunuz Vall D'Hebron da iniyosunuz, iner inmez sağda kocaman bir otopark göreceksiniz, işte tam orası. Arkadaşlar buraya depozito diyor, despacito ile karıştırmayın ama siz despacito despacito gidin yollarda :) Neyse velhasıl 45 Euro'su ceza olmakla beraber 200 Euro'luk sabah nazarı ile (artık ne diyeceğimi bilemedim, sakınan göze batan bir çöptü adeta olanlar) Barcelona'nın kuzeyine bir yolculuk başladı. Figueres..Fransa sınırında küçük bir İspanyol kasabası.


Salvador Dali benim için normal bir ressamdan çok daha öte. Açıkçası yaptığı sürrealist eskiz çalışmaları değildi ilgilendiğim, benim onda bulduğum başka bir şey vardı. Çok boyutlu düşünsel yetisi ve onun hayatına olan etkisiydi benim ilgilendiğim. Aslında burada şöyle bir tablo vardı, şunu bunu anlatıyordu diye yazıp sıkmak da istemiyorum ama şu bir gerçek ki her insanın ölmeden önce bir kez gidip gezmesi gereken bir yer. Figueres, Dali müzesi dışında bence çok da gezilecek bir yer değil, tipik bir Avrupa kasabası. Bana Bordeaux'dadaki St Emillion'u hatırlattı ancak kabul etmeliyim ki St. Emillion çok daha güzel.


Dönüş yolunda Girona'ya uğramak istedim. Son zamanlarda özellikle Game of Thrones dizisinden sonra oldukça popüler olmuştu, Onyar nehrinin kenarında bir fotoğrafım olmasa mıydı yani :) 


Yağmurluydu Girona, ne sıcak ne soğuk, öyle aradaydı. Durgun bir o kadar suskundu hava, yağmur damlaları sanki yağmaya üşenir gibi düşüyordu yere. Ayaklarım bir yandan mutluluktan uçuyor, bir yandan da yağan yağmurla akan gözyaşlarımmış gibi yürüyordu sokaklarında Girona'nın. Tuhaf bir psikolojiydi, bir yanım hüzün bir yanım mutluluk. Çok romantik bir yer olduğunu kabul ediyorum, tıpkı orta çağ masallarındaki gibiydi herşey. Arnavut kaldırımları olan dar sokaklar, labirent gibi yapılmış bahçeler..Sanki yolunu kaybetmiş bir prensesmişim de az sonra o dar sokakların birinden bir prens gelip kurtarıcakmış gibi hissediyordum kendimi. Yağmurun da etkisi büyüktü tabii, nem kokan dar sokaklarında yürürken yere düşen yaprakları eziyor, sonbaharın gelişini kutluyordum kendimce. .Öyle yavaş öyle sakindi ki her şey, yürürken dinleniyordum. Onyar nehri üzerindeki köprüde, nehire aks eden evlerin silüetlerine bakarken mırıldanmaya başladım. Autumn leaves..  Ne güzel şarkı.


But I miss you most of all My darling When autumn leaves Start to fall...


Autumn Leaves..Tıkla beraber dinleyelim..


Ağır romantizm kokan bu şehirden çıkmalıydım, koşar adım arkama bakmadan kaçmalıydım. Kalırsam aşık olurdum. Belli ki öyle huzur bulmuş, öyle içselleştirmiştim ki kopamaz, hiç olmadığı kadar bağlanır kalırdım. Gen bencildir diye bir kitap vardı okudunuz mu bilmiyorum orada da açıklıyordu incelikle ve ben de acil durum anında ruhun istemsiz bencilleştiğine inanıyorum. Koruma içgüdüsü sanırım. Ruhun yara almasın diye ruhuna başka bir yara verip kaçıyorsun işte ama neden kaçar ki insan? Açılmamış ama açılması muhtemel bir yara, başka bir yara ile kapanabilir miydi? Gittim, dönüş yolunda yağmur iyice bastırmış, silecekler son hızında çalışmaya başlamıştı. Her kilometre biraz daha koparmıştı beni Girona'dan, ya da ben öyle sanmıştım, yağmurdan kaçarken doluya tutulduğumu bilmeden.

Çok da geç sayılmayacak bir saatte vardım Barselona'ya.. Hava öyle yorgun öyle uykuluydu ki yatağa bıraksam kendimi deliksiz uyurdum ama son bir hamle ile en azından yemek yemeliyim dedim. Farkettim ki en son Figueres'de bir şeyler atıştırmıştım ve karnım bana "nerdesin artık beni duy çok acıktım" diye bağırıyordu. Yağmurun üzerimdeki hüznü biraz dağılmış olacak ki sokağa çıktığımda uçar adım yürüyordum. Metroya yürüdüm, tam iniyorken istasyonun köşesinde bir cafe'den şu şarkı geldi kulağıma:


"When Marimba Rhythms start to play

Dance with me, make me sway Like a lazy ocean hugs the shore Hold me close, sway me more"

Çok severim bu şarkıyı :) biraz neşe iyi geldi, La Rambla'nın yukarı caddesinde Ramla de Catalunya'da bulunan efsane lezzetli bir restoran olan Ciutat Condal'a girdim, çok ama çok acıkmışım. Burası gerçekten dedikleri kadar varmış, oldukça lezzetli :) Karnım acıktığında ben ben değilim arkadaş, hemen mutsuzlaşıyorum, yüzüm düşüyor, böyle ağlamaklı falan oluyorum, bak karnım doydu mis gibi hiç huysuzluğum kalmadı işte :)

Günü bitirdim, yorucuydu ama inanın her saniyesine, her salisesine değmişti..

Sonrası mı? Sonrası da sonra :)



17 Eylül 2017 Pazar

Ben sendim Barselona

Yoo hayır! Size Barcelona’yı anlatacak bir gezi bloğu olucağını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. 

Bayramın son günüydü. Duty free’de o parfüm senin bu parfüm benim, şu çanta senin o gözlük benim diye kurcalayıp, takıp takıştırıp, şuraya da bakayım onu da deneyeyim diye diye geçmişti zaman. Göz ucuyla asılı olan ekrana baktım yürürken ve..Aman tanrım! Neredeyse last calldaydım ve gate numarama baktığımda kapıya gitmem 10 dakikamı alıcaktı. Havalimanında sırtımda çantayla “sorry” “excuse me” diyerek depar atarak yetiştim neyse ki :)

Uçak yolculuklarını seviyorum. Uçağın kendisini seviyorum zaten, hele o uçak bir de Airbus serisi ise :) o gün o güzel Airbus ile birlikte tam 4 saat beraberdik. Uçuş boyunca çok güzel bir film izledim, adı “The Hidden Figures” izlemenizi şiddetle öneririm açıkçası filmden sonra yüksek lisans tezimle ilgili ne yapmam gerektiğine bile karar verdim :) İnsan bazen hiç ummadığı bir yerde hiç ummadığı bir konuyla ilgili sorularının cevaplarını bulabiliyor. İşte benim için Barcelona tam da burda başlıyor..

Filmin bitmesinden yarım saat geçmişti ki, küçük tepelerin üzerinden dönerek alçalmaya başladık. Aklıma uzun zaman önce, neredeyse her gününü dünyanın bir yerine giderek geçiren birine sorduğum soru geldi. Ona İstanbul dışında nerede yaşardın diye sormuştum, Barselona demişti bana. Pırıl pırıl Akdenizin üzerinden inişe geçerken anlamaya başlamıştım ne demek istediğini. Havalimanından valizimi alır almaz taksiye binip otele doğru gitmeye başladım. Yaklaşık 40 dakika sürmesi gereken yolculuğum, İstanbul’u hiç aratmayan bir trafikle tam 1 saat 10 dakikayı bulmuştu. Gerçekten E5 trafiği gibi kilit bir trafiği vardı. Yol boyunca sıkışık trafikte ilerlemeye çalışırken taksiciyle konuşmaya çalıştım, sordum hani nasıl buralar trafik hep böyle mi diye, Barselona işte dedi hep böyle :) Tıpkı bizim İstanbul işte dediğimiz gibi :) Gitmeyen trafikte etrafı inceliyordum, sol tarafımda yüksek bir tepe vardı, dağ gibi. Kocaman bir İsa heykeli duruyordu tepede. Taksiciye sordum neresi diye, Tibidabo dedi. Ti bi da bo, heceleyerek söyledim, aklıma yer etsin unutmayayım oraya da gideceğim. Akşam iş çıkışı saatine denk geldiğimden trafik korkunç boyutta sıkıcı olsa da etrafı incelemeye, birşeyler bulmaya, ilgiyle ve merakla bakmaya doyamıyordum. Herkes ve herşey ne kadar tanıdıktı. Sanki uzun zamandır uğramadığım bir kente geri dönüyor gibiydim.

Otele varıp eşyalarımı odaya çıkardım. O an tek istediğim bir an önce insanların arasına karışıp kendimi o bilmediğim ama zihnimde var ettiğim sokaklarda yürümekti. Tıpkı avına giden bir aslan kadar aç ve sabırsızdım şehire karışmak için. Resepsiyondaki kadından (kibarlık olsun diye bayan diyorlar ne kadar yanlış) metro istasyonun yerini öğrendim ve yürümeye başladım. Kaldığım yer Vallcarca, Barselona’nın sağlık merkezi diye geçiyor, heryeri hastane olan bu bölge oldukça sakin ve güvenliydi. Metroya vardım, merdivenleri koşar adım indim sağda duran iki bilet makinasından ilkine yanaştım ve hiç anlamadığım İspanyolca ile biletimi alıp turnikeden geçtikten sonra soldaki merdivenlerden inip istasyona vardım. Hepsi 1 dakikadan kısa bir sürede olmuştu. Herşey çok tanıdıktı, sanki dün hatta evvelsi gün de o merdivenleri inmiş gibiydim. Metronun uğuldayan o ürkütücü sesi karanlık tünelden yankılanmaya başlayınca geldi aklıma; Sahi nerede inecektim ben? Plaça Catalunya evet! Merkez orasıydı, orda inince La Rambla’ya çıkıyordum. Umarım doğru yöndeyimdir diyip metroya bindim ve kapının üzerindeki ışıklı tabelaya baktım, doğruydu :) tam 5 durak sonra başlıyordu macera.

Yürüyen merdivenlerden çıkar çıkmaz polisle göz göze geldik. Şaşkın ifademe mi şaşırdığından yoksa güzel mi bulduğundan bilemiyorum ama gülümsüyordu. Ben de gülümsedim, hangi yöne ilerlemem gerektiğini anlamaya çalışırken, yaklaşık 2 hafta önce olan terör saldırısında hayatını kaybedenlerin anısına bırakılan karanfilleri, mumları gördüm. Masum insanların, uluslararası çıkar politikalarının kurbanı olması ne acı..Maalesef dünya var oldukça kötülükler de hep var olucak, birileri o silahları üreticek, birileri tüketicek, birileri o hastalıkları yaratıcak birileri de ilaçları satıcak, ve bizler de bu çıkar odaklı acımasız dünyada bir şekilde var olmaya ve kurtulmaya devam edicez. 

Ruhları huzur bulsun.


Akşam 9 civarıydı, La Rambla’da kalabalığın içinde aşağı doğru yürürken acıkmaya başladım. Açıkçası ilk günün yorgunluğu ve şaşkınlığından nerede yemeliyim diye bir araştırmaya girmemiştim. Sol kaldırımda ayaklarımın götürdüğü bir restorana girdim, çok lezzetli bir tapas seçimi yaptığımı söyleyemem ancak sangria güzeldi. Onca karbonhidrat üzerine insülinin verdiği yorgunluk beni ağırlaştırsa da sanki ayrılırsam bir şeyleri kaybedermişim gibi hissedip devam ettim yürümeye. 

-Ateşiniz var mı?
-ben sigara kullanmıyorum ama siz burda nerede market var biliyor musuz?
-biz de arıyoruz sanırım şu ileriki sokakta bir supermercat var
-ben de sizle gelebilir miyim?
-tabii ki hadi gidelim

Yolda iki Polonyalı ile tanışmıştım. Markete gidene kadar konuştuk. Polonya’nın güneyinden, Lublin’den gelmişler. Bir kez daha, hangi ülkeden olursa olsun o ülkenin güneyindense sıcak kanlıdır savımı haklı çıkardım sanırdım. Daha önce iki kez Bodrum’a gelmişler anlatıp durdular heyecanla. Biralarımızı alıp sahile doğru yürüdük, deniz kenarında parka oturup biraları açıp neredeyse 2 saat sohbet ettik. Politikadan tut da sokakta esrar içen “teenage”lere kadar konuştuk. O an çok özgür hissettim kendimi, gerçekten kuş kadar hafiftim çünkü en çok bunu seviyordum, anlıktı herşey, tuhaf şekilde güvendeydim ve yeni insanlar tanıyordum. Onlar anlatıyor ben dinliyordum, ben anlatıyordum onlar dinliyordu. Bunu seviyordum. Biz insandık, dünyanın neresinde olursak olalım, hangi milletten, dinden, ırktan ve cinsiyetten olursak olalım hiç umrumda değildi, çünkü benim hayata bakışım hepsinden soyutlanmış çıplak insanlıktı ve biz tam da onu yaşıyorduk. Zamanın nasıl su gibi aktığını anlatamam ama gitme vakti gelmişti. Drassanes’den son metro gece 12'deydi. Polonyalı dostlarıma veda edip bir gün tekrar bir yerlerde karşılaşma dileği ile metroya yetişmek için koşmaya başladım. Yine herşey kendiliğinden olmuş, otomatik bir şekilde biletimi almış sanki evime döner gibi oturmuştum metroda. Vallcarca..

⏰⏰⏰ Saat 10:30! ooo amma uyumuşum. Çok kızdım kendime, her saatim değerliydi oysa ki! Duşumu alıp hızlıca hazırlandıktan sonra hemen çıktım otelden. Aç değildim, kahve de içmemiştim ama yokluğunu bile hissetmemiştim. Ne tuhaf, sanki İstanbuldaki hayatımda sabah gözümü kahveyle açan, içmediğimde sinirsel travma yaşayan ben o ben değildim. Öylesine hafif, öylesine mutluydum ki. Tatil değildi bu, başka birşey vardı. Kahvenin kokusundan bile sakinleşen ben kahve içmeyi bile unutmuştum. Sorun kahvede değildi belli ki, yüklerimden kurtulmuştum. Belli ki düşünsel yüklerimi havalimanında bırakmış yanıma almamıştım. Belli ki onları terk etmiş hatta terk ettiğimi bile unutmuştum.

İlk durağım Park Güell’di. Otelim Park Güell’e 20 dakikalık bir mesafedeydi o yüzden ilk oraya gitmek istemiştim. Gaudi’nin 1800’lü yılların sonlarında, üstün bir zeka ve zevk ile yaptığı muhteşem eserleri görmek, onların içinde yürüyüp dokunmak, o dönemi, ruhu hissetmeyi o kadar istiyordum ki, adımlarımı ne kadar hızlı attığımı hatırlamıyorum. Yolda Park Güell’e çıkan kestirme bir yol keşfederek parka ana giriş kapısından değil, bir sokağa açılan yerinden girmiştim. Burayla ilgili detayları yazmak istemiyorum, zaten herşey internet dediğimiz bilgi okyanusunda mevcut artık. Öğlen vaktiydi, sıcaklık çökmeye başlamıştı ve bunaltıcı bir nem vardı. Ağaçların arasından toprak yolda ilerlerken kuşların cıvıltısıyla ruhum adeta dans ediyordu. Parkın içini gezerken bir yerden gitar sesi gelmeye başladı, sese yürüdüm. Bir adam gitarıyla Rodrigo’nun gitar konçertosunu çalıyordu. Öyle muhteşemdi ki, huzur saçımın telinden parmak uçlarıma kadar sarmış, melodinin notaları damarlarımdan geçip beni sarhoş etmişti. Bir park ne kadar güzel olabilirdi ki?

Bütün günü görülmesi gereken yerleri görmekle ilgili planladığımdan hiç istemesem de ayrıldım parktan ve dünyanın en muhteşem yapıtlarından biri olan La Sagrada Familia’ya doğru yürümeye başladım. Yaklaşık 10 km :) Sagrada, Casa Mila, Casa Battlo derken akşam 5 olmuş ve ben yaklaşık 20 km yol yürümüştüm. Yat limanın ordaki deniz üstü avm’ye girip elimi yüzümü yıkadım, gün içerisinde atıştırmayla geçirdiğimden artık acıktığımı hissetmiştim ve hayatımın istisnasız en ama en kötü hamburgerini yemek için, avm’nin hemen altında, deniz kenarında oldukça şık görünen o hayalkırıklığı restorana oturdum. Tanrım! Ben bu kadar kötü hamburgeri hiç bir yerde yemedim. Yemeği değiştirmek de bir fikirdi ancak bu da ayrı bir zaman kaybıydı ve ben yürümeye, şehrin kalabalığında kaybolmaya hala doyamamıştım. Yemek faslını hızlıca bitirip, zehirlenmeme ümidiyle plaja doğru yürüdüm. Dünyadaki en güzel şeylerden biri eğer kumsaldaysanız ayakkabınızı, terliğinizi elinize alıp denizin kenarından yürümek. Evet öyle yaptım ben de. Çocuk gibi hoplaya zıplaya kumsalda denizin içinde yürüdüm uzun uzun, hatta o kadar uzun yürümüşüm ki geri dönüşümle beraber tam 29 km etmişti. Ertesi günü planım keskin zekasına, ince ruhuna ve sürrealist asi tavrına hayran olduğum Salvador Dali idi. Onun Figueres'deki müzesine gitmeyi planlamış ve hatta vaktim kalırsa dönüş yolunda da ortaçağ masallarında anlatılan o büyük şatolu, dar sokakları olan Girona'ya da uğramayı listeme almıştım. Bu sebeple günü tam 32 km yürüyerek tamamlamış, odaya varıp kendimi kuş gibi yatağa bırakmıştım..Geceyarısını geçmişti, Fox'da Tom Cruise ve Cameron Diaz'ın oynadığı bir film vardı, izlerken uyurum diyip yanımdaki yastığa sarıldım, huzur dedim ve gözlerimi kapadım. Mutluydum, hem de çok. 

Sonrası? Sonrası da sonra 😊😊😊😊😊😊😊😊

23 Nisan 2017 Pazar

Bir çömez ultra hikayesi.. İznik ultra 2017


Geçtiğimiz sene triatlon yarışı sebebiyle gelmiştim İzniğe. Tarih kokan sokakları, emekle, sevgiyle bir bir işlenen çinileri, sıcak kanlı insanları ve huzur veren sahiliyle kalbimi fethetmişti :) 

Doğada koşmanın ilk deneyimini Aralık ayında Kaz dağlarında yaşamıştım ve çok sevmiştim. İşte tam o zamanlarda yarış listesine aldım İznik ultra maratonunu. Bu sene 6. Senesini yaşıyan bu muhteşem organizasyon 5 farklı km'lik koşuları içeriyordu. 140 km'lik İznik Ultra, 90 km'lik Orhangazi ultra, 50 km'lik İznik Dağ maratonu, 15 km'lik Derbent patika koşusu ve 5 km'lik İznik tarihi kent koşusu. Ben mesafe çömezi olarak 15 km'lik parkura kaydoldum. 

Yarıştan bir gün önce akşam saatlerinde vardım İzniğe. Hava inanılmaz ara ara yağmurlu ve soğuktu. Hemen otele eşyalarımı bıraktım ve yarış kitimi teslim almaya gittim :) Organizasyon yetkilileri oldukça profesyonel şekilde hazırlamışlardı alanı, herşey belliydi, zorunlu malzemelerim tek tek kontrol edildi ve kitimi teslim aldım 👍 Artık koşmaya, doğayı keşfetmeye hazırdım 🏃🏻♀️🏃🏻♀️🏃🏻♀️ Ultra maratonların süper başarılı ismi Elena'dan ilk uğurumu ve ilk başarılarım aldım 😊

Sonrasında ise Bakiye Duran hocayla konuştum 😊 onunla konuşmak inanılmaz mutlu etti beni. Tanımayanlarınız var ise lütfen Bakiye hocayı googledan okuyun, zira kendisi benim anlatmama sığamıyacak kadar değerli bir insan 💕💕💕

Gece içimde tuhaf bir heyecan oldu, daha önce yaşamadığım türden ve hatta belki biraz nevrotikti bu heyecan :) Ya kaybolursam 🙄 Herkesin dikkat et dediği dik iniş çok mu sertti cidden 🙄 ayakkabılarım da arazi koşusu için uygun olan o altı tırtıklı ayakkabılardan değil, ya yolu tutmazsa 🙄 ya ile başlayan onlarca anksiyetik soruyla dalmışım uykuya. 

Yarış sabahı kahvaltıdan sonra eşyalarımı aldım ve bizi yarış alanına götürücek servislerin kalkıcağı noktaya gittim. Herşey o kadar planlıydı ki hiçbir aksaklık yaşamadım, bu yüzden organizasyon komitesi gerçekten kocaman bir alkışı hakediyor 👏 Servislere bindik ve yolumuz Derbent 😬 Hava baya soğumuştu. 

Start alanında tekrar Bakiye hocayı gördüm ""o bacaklarla bu parkuru at gibi koşman lazım" diyerek bir güzel motive etti beni 😂 


Ve 3..2..1.. hafif yokuş aşağı başlıyan sonra tekrar tırmanmaya başladığımız bir parkurla başbaşayım artık. "2 saatin altında bitireyim de" demiştim sadece. Patika koşucusu olmadığımdan neye göre ve nasıl bir hedef belirleyeceğimi bilmiyordum, parkuru da bilmiyordum neyle karşılaşacağımı da o yüzden ortalama bir zaman en iyisiydi. Sadece çok eğlenmeliyim, doya doya bu doğanın tadını çıkarmalıyım demiştim :)


Bol bol video çektim, fotoğraf çektim.. koşarken burnuma gelen kekik kokusu..öyle huzurlu, öyle mükemmeldi ki doğa. Bir yerde tam tepede, tüm manzarayı gören bi alanda durdum. Doya doya içime çektim havayı, resmen ciğerlerimi zorladım, temiz havayla yandığını hissettim. 
Parkur son 4.5 km ye kadar tamamen patika, çakıl, toprak bolca taş. Bizim bir engelimiz de yağmur oldu. Bir gün önce bolca yağış olduğundan zemin çamur ve balçık olmuştu. Ama olsun toprak kokusu vardı mis gibi.  Patika boyunca iyi koştum, o kadar durmama rağmen zaman oldukça iyiyidi. Asfalta indikten 1km içinde güç düştü bacaklarımdan. Asfalttan aldığım darbe canımı yakıyordu ama devam etmeliydim, tam durucakken arkamdan biri "Hadi Yasemin" diye bağırdı. İki arkadaş koşuyolardı, sağolsunlar jel paylaştılar ve önüme geçerek rügarı kestiler. Yaklaşık 2km de onlara tutundum :) finishe giden her yolda draft mübahtır 😂 

Son 500 metre.. patikada bi ara birlikte koştuğum arkadaşı gördüm, bacaklarım zorluyodu ama ona kadar koştum, finishe kadar beraberdik. Köşeyi döndüğümde insanlar camlarda, yollarda hepimizi alkışlıyordu 👏 Finishe gülerek, alkışlayarak, çok güçlü girdim. Bu çok önemliydi benim için. Saati kapadım ve 01:47 de bitirmişim 😊 Ben 2 saati aşmayayım derken, o kadar durmuş, foto video çekmiş hatta instagramda yayın bile yapmışken 1:47'i görünce mutlu oldum 💪🏃🏻♀️

Arazi koşuları asfalttan çok farklı, çok başka. Doğada olmak, doğanın zorlu koşullarında, bata çıka o arazilerden geçmek çok başka. Farklı bir virüsmüş bu trail running işi :) Seneye kismet olursa 50 km kosmak istiyorum Iznikte.. Bu vesileyle, Iznikteki tatli esnafa, organizasyon komitesine, gönüllü yer alan herkese kocaman tebrikler ve teşekkürler 👏👏👏

Sanırım artık mesafe çömezi değilim :) 💕




Sonraki yarış 🙄 ? 

26 Mart 2017 Pazar

Detox

Ne kadar uzun zaman geçmiş yazmayalı :) En son 2015 de yazmışım, oysa daha bi kaç ay önceymiş gibi :)) 

Öncelikle belirtmek isterim ki detoks yapmaya başlama sebebim kesinlikle kilo vermek değildi. Beklentim aslında tamamen kendimi yıkamak. Biraz tuhaf bir tabir oldu farkındayım ama amacım tamamen bu. Son zamanlarda o kadar alakasız şekilde beslendim ki vücudumda ciddi bir ödem ve şişkinlik oldu. Bağırsak faaliyetlerim bile sapıtmaya başladı ben de içeriğine güvendiğim bir markadan ürünü sipariş ettim. Sabah saat 8 de her şey tastamam kapımdaydı :) 


1.Gün:


sabah uyanır uyanmaz tartıldım, kabus gibi! normal kilomdan tam 2.6kg fazlaydım, kaldı ki o normal kiloma da cok güvenmiyordum, zaten bir süredir atamadığım bir ödemim vardı. Juico'dan sipariş ettiğim ürünler sabah 8'de bendeydi, Açıkçası başlarken bitirebileceğime ben de çok güvenmiyordum. Baş ağrım olur, halsiz kalırım vb düşüncelerim vardı ama denemek istedim. İçimde hiç denemediğim bir şeyi yapacak olmanın heyecanı ile aldım ilk şişeyi elime :) ilk içecek inanılmaz güzel geldi. Zencefilin ve yeşilin birleşmesi süper bir ferahlatıcı etki yarattı. 


Sırasıyla gün boyu şişeleri içmeye başladım. Bir ara midem kazındı, mide boş, alıştığı bir yemek döngüsü var ve katı besin almayınca haliyle bir kazınma oluyor ama kesinlikle değildim! Acıkmadım ama akşam eve dönerken gerçekten gözümün önünden börek, pizza, makarna geçmedi değil :))) Tamamen psikolojik.. Eve geldiğimde 2 şişe daha kalmıştı, sırasıyla içtim ve gün bitti.. İlk gün açıkçası açlık ya da tam etkisini farketmedim, sonuçta zaman zaman bütün gün hiçbir şey yemeden geçirdiğim zamanlarım olmuştu. Biraz da yarın ki tartıyı meraktan erkenden uyumak istedim
.


2. Gün:


Uyanır uyanmaz soluğu tartıda aldım diyebilirim. Tam 1900 gram eksik çıktım. Yihhuu :) Gece yatarken kesin sabah açlıktan ölürüm diye düşünüyordum ama öyle olmadı. Geç kalmıştım, haftanın yorgunluğunu ve temposunu kaldıramadığımdan yarım saat fazladan uyuya kalmışım. Hızlıca hazırlandım, şişeleri yanıma alarak çıktım evden. İlk şişeyi yolda içtim ve güne başladım. Akşamüstüne kadar her şey çok normaldi. Saat 4buçuk 5 sularında korkunç bir baş ağrısı yaşamaya başladım. İnanılmaz açtım, hafiften kulaklarımda zonklamalar hissettim, mutfağa koştum ve bir hindistan cevizi kırıp suyunu içtim. Bu beni biraz rahatlatmıştı. Zordu, kesinlikle bugün nasıl biter diye düşünmeye başladım. Hiç halim kalmamıştı. Erkenden uyumaya çalıştım.


3. Gün: 


Dün yaşadığım o halsizliğin, baş ağrısının aksine oldukça dinç ve enerjik uyandım. Tartıda 400 gr daha eksik çıktım :) toplamda 2300 gr olmuştu, artık katı gıdaya geçebilirdim. Bugün için istediğim detoks paketi, diyet detoks dedikleri bir paketti. Sabah yine yeşil sebzelerden oluşan içecekle başladım. Sonrasında bir granola bar ve doğru antrenmana. Şaşılacak bir şey normalde o kadar enerji kaybetmiş olmam gerekirken 1km de kendi en iyi derecemi yaptım, toplamda 8km koştum ve çok iyi hissediyordum. Öğlene karabugday salatası vardı ancak tempolu bir antrenman yaptığımdan artık normal hayatıma adapte olmak istedim ve harika bir ızgara tavuk yiyerek detoksu sonlandırdım.


3 Günün Özeti:



  • Kesinlikle zor ama yapılmayacak kadar değil. 
  • Beni zorlayan sıvı besleniyor olmaktan ziyade o sıvıların soğuk tüketilmesiydi, ben normalde soğuk su içemeyen biriyim :( Canım sürekli sıcak yemek istedi. 
  • Halsizleşmek normalmiş, hatta bu dönemde evde yatın, dinlenin diyorlar ancak ben çalıştığım için ekstra zorlandım
  • İlk gün belirtilen miktarda suyu içemedim. İkinci günü başardım :)
  • Detoks'a başlamadan  3 gün öncesinden sürekli sebze beslenmeye geçilmesini tavsiye ediyorlar ancak benim öyle bir fırsatım olmadı
  • Asla kahve içmedim
  • Günde 1 kez yeşil çay içtim
  • Bir daha yapar mıyım - kesinlikle evet :)

28 Ekim 2015 Çarşamba

Başarı dediğin...

Gecenin bir vakti eve dönerken çaldı radyoda. Ne severim bu şarkıyı..hayatımda bir sürü anıyı bir şarkıda barındırdığımı hatırlattı dinlerken. Çocukken orduevinin havuzunda çalardı mesela, kendimi de şemsiyenin altında oturmuş, plastik bir kabın içine doldurulmuş patates kızartmasını yerken hatırladım :) Sahi neydi bu şarkıyı bu kadar güzel yapan? Irene Cara'nın sesi mi? Yorumu mu? Şarkıyı yapan kişi mi? Kimdi bu kadar emek veren, milyonların diline dolayıp da üzerinden tam 32 yıl sonra hala radyoda çaldıran kimdi? 

Mr. Giorgio Moroder! Pop müzik piyasasının sihirli eli. Dokunduğu şarkıyı ölümsüzleştiren, elinden tuttuğu şarkıcının ismini dünyaya tanıtan adam. 1940 doğumlu, hala işini aşkla yapan insan. Araştırdığımda daha da gıpta ettim ona, daha da hayran kaldım azmine, başarısına. Top gun'ın efsane soundtrack i take my breath away'den tutun da Donna Summer'ın love to love you baby şarkısına kadar o kadar çok şarkıya imzasını atmış ki.. Hayatını kendi ağzından dinlerken, röportajında bir söz dikkatimi çekti.. "Söyleyen değil müziği yaratan olmak istedim hep, ne kadar stüdyoda kalırsam o kadar geliştirebiliyordum kendimi. Bu yüzden uzun zaman arabada uyudum çünkü evim stüdyoya çok uzaktı"

Mozart veya Beethoven gibi bir müzik dehası mı bilemem. Ama ondan, ve diğer tüm başarılı insanlardan çıkardığım bir sonuç var. Başarı, aslında yeteneğinin olması ile doğrudan ilintili değil, ama istiyorsan başarmayı; onu gerçekten çok istemen gerek. Yani demem o ki; WINNERS ARE NOT THE ONE WHO HAS TALENTS, BUT THOSE WHO HAS THE PASSION TO DO IT!

11 Eylül 2015 Cuma

Sevgili insan kardeş,

Bu mektubu sana biraz içimi dökmek biraz da kendi farkındalığının farkına varman için yazıyorum. İşim gereği çok seyehat ettiğimden bir çok farklı kültürü, ülkeyi, insanları tanıma fırsatım oldu. Sosyolog ya da psikolog değilim ama gördüğüm herşeyi beynimin bir tarafında depo edip, üzerine de düşünmeyi sevdiğimden, sosyo-psikolojik bir gözlem yapmak istedim. Okursan ne ala.. :) 

Şimdi, herşeyden önce kafandan tüm düşündüklerini bir at isterim. Terör, politika, siyaset, para, vs.. Öncelikle sen bir Homo Sapiens'sin! Burdan başlayalım! Aynaya git ve ben bir homo sapiens'im de! Yani evrimi tamamlanmış (ya da biz öyle biliyoruz) "Farkındalığının farkında olan İnsan" demek bu. 
Ee biz de biliyoruz bunu diyorsun belki ancak kendini biliyor musun işte ondan pek emin değilim. Doğduğumuz an 0 km'yiz ve dünyadaki tüm türdaşlarımızla aynıyız. Temel ihtiyaçlarımızın başında olan yemek yemeyi, acıktığımızda ağlayarak belli ediyoruz. Bu beynimizin acıkmayı ifade ediş şekli o zamanlar. Sonrasında, 0km olan beyin zamanla bir takım normlarla kodlanmaya başlıyor. Örneğin, yabancı kültürden bir insanın çocuğu yere düştüğünde, kalkmasını öğrensin diye yerde bırakırken, biz koşup hemen kucağımıza alıyoruz. Koruma psikolojisini empoze ettik. Kişi bundan sonra ne zaman düşerse düşsün kendisini birisinin kaldıracağını sanıyor artık. Neyse gelelim esas konumuza. 

Toplumumuz gereği sen de bir takım normalarla kodlanarak büyüdün. Maalesef bu normların çoğu da senin temel ihtiyaçların üzerine kurulu. Temel ihtiyaçlarının ne olduğunu Maslow'un piramidinde bulabilirsin.


En temelde nefes almalı, yemek yiyip su içmeli, uyumalı, kakanı-çişini yapmalı, ve seks yapmalısın. Evet yanlış duymadın! Seks yapmalısın! Bu senin en temel ihtiyacın ve yazıda bunun üzerine! Çünkü söylediğin her sözde karşı çins içerikli bir küfür, araştırmalarında ve sorularında sürekli bir çük, aslında insan olduğunu unutup erkekliğini kanıtlamandaki tek yolun yine çük, içinde sürekli dinmeyen bir öfke, ve bu öfkeden mütevellit huzursuzluk. Bulduğun ilk fırsatta da bu öfkeyi şiddet kullanarak dışa vurma ve rahatlama. Aynı durum seninle bu makus talihi paylaşan kadın cinsi içinde geçerli. Kendini en temelde bıraktığından dolayı yaşadığın bu boşluk, maalesef sana işte böyle öfke patlamalarıyla dönmekte. Bunun farkında olup olmadığını bilmiyorum, ama yanlış kodlanmalar yüzünden bu haldesin bunu biliyorum. Sana ahlak-namus kavramları yerine saygıyı kodlasalardı, kuralların aslında çiğnenmemesi gerektiğini, çiğnemenin övünülecek bir durum olmadığını, çükünün aslında sadece temel ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan bir organ olduğunu anlatsalardı, cinselliğin tü kaka, ayıp, günah olmadığını, biyolojik ve fizyolojik bir durum olduğunu mantıklı bir şekilde anlatıp bu şekilde kodlasalardı zaten şu an küfür bile etmiyor olurdun. Seni leylekler getirmedi! Kendi kendine oluşmuş bir varlık da değilsin! Maalesef yanlış kodlanarak büyüdüğün ve beyin fonksiyonlarını düşünmekten yoksun bıraktığın için, homo erectus'a doğru geri evrilmektesin. Full donanımlı bir arabadan taş arabasına binmek gibi yani. Homo sapiensken kendini sorgulamak ve okumaktan yoksun bırakarak homo erectusa dönüyorsun ve bu cidden korkunç sonuçlara dönüşüyor.

Yav ne diyorsun sen, ülke ne halde bık bık konuşuyorsun diyorsun ya hah sana şöyle cevap veriyim. Senin ülkede bir birey olarak bu durum için yapabileceğin iki şey var o da: 1- Çalışmak! 2- Oy vermek! Sorunların nasıl çözülmesi gerektiğine sen değil eninde sonunda siyasetçiler karar vericek çünkü bunun için maaş alan ve yetki sahibi olan onlar. Yani senin sokağa çıkıp, yakıp, yağmalayıp, orda burda kafana taktığın çük içerikli küfürleri edip de kurtaramıycaksın, değiştiremeyeceksin. Bu şekilde değişim yaşamış bir toplum da bulunmuyor. 

Önce insan olduğunun farkında ol lütfen. Kendin için iyi bir şey yap, kendini doyur, eğit, yetiştir! Sen kendini eğitip, yetiştirip, doyurduktan sonra mutlu bir birey olacağın için, etrafına da mutluluk sağlayacaksın. Dünyadaki mutlu insanlara baktığın zaman önce kendilerini mutlu ettiklerini göreceksin. Senin dışında kimse seni mutlu edemez bunu anlaman lazım. Ağzında sigara, elinde telefon ile ne yaşadığın sosyo-politik konuları değiştirebilirsin ne de yaşananları. Tek çıkış yolu sensin! Kendini değiştirdiğin sürece değiştirebilirsin birşeyleri. Kendini doyurduğun sürece tok bir toplum yaratabilirsin. Gerçekten istiyorsan birşeyleri değiştirmeyi önce kendini değiştir! Düşünmekten yoksun bırakma! İçindeki öfkeyi dindirebilmek için önce doktora git sonra kendine mutlu bir yaşam kur. Mutluluktan anladığın para ise eğer önce bunu da değiştir. Aracı amaç olarak gördüğün sürece hiç bir zaman mutlu olamayacak, her zaman şikayet edip içinde öfkeler barındırmaya devam edeceksin. Egonu değil kendini düşün. Kendine yapacağın her iyilik ile içindeki sevgiyi ortaya çıkarıcak daha mutlu hissediceksin. Bak düşün dünyanın çevresinde 16gen bir manyetik alan var, ve gönderdiğin her düşünce (düşünce çok yüksek bir enerjidir) bu manyetik alandan dünyanın başka yerine tezahür ediyor. O yüzden iyi düşün iyi olsun derler. Pozitif düşünce dedikleri polyannacılıktan ziyade, mantıklı olarak iyiyi yansıtmaktır. Bil ki, küfürün, şiddetin sana da, kimseye de bir faydası yok! Bunun yerine benden tavsiye, sevdiğin insanlara sarıl. Sarılmak çok güçlü bir eylemdir. Sevginin sana geçmesine, ruh damarlarından akıp kalp doygunluğuna ulaşmasına izin ver. Çükünü de artık insanlar üzerinde güç gösterisi yapmakla yükümlü bir organ olmaktan çıkar lütfen. Unutma sen bir insansın!

Ne demiş ünlü filozof Socrates : Bir şeyleri değiştirmek isteyen insan, işe önce kendisinden başlamalıdır!

Egonu kontrol altına almak, daha iyi bir insan olup yaşamını devam ettirebilmen, önce kendine sonra ailene ve çevrene faydalı olabilmen adına sana Freud'un kişilik kuramını okumanı tavsiye ediyorum. Kısa, özet halini okusan bile iyi geleceğine eminim. Mesela bak alttaki resme sana ne hatırlatıyor?



Ne yapıyorsunuz? Ayıp denen bir şey var! 

Ara Ara Belki de Bulursun..